26 Mayıs 2015 Salı

Sahi Hz. Adem reçel sever miydi?

Batının medeniyetimize en büyük hediyelerinden birisi. Onları kadın haklarını savunduklarını iddia ederken göreceksiniz. Materyalist bir dille cinsiyetçiliğin dibini bulurken itiraz edenleri kadın düşmanı olarak yaftaladıklarını fark edeceksiniz. Sizleri mahkum edildikleri karanlık zindana çekmeye çalışacaklar. Onları dillerinden ve yazılarından akan nefretle tanıyabilirsiniz. Kendilerine feminist müslümanlar ismini veriyorlar ama ben müslüman kısmına net bir itiraz çekiyorum. Zira batının artık tükenen ve insanlığı büyük bir yıkıma götüren diline hapsolmuş jargonları bir hakikat ve adalet çağrısının dili olamaz. 

Batının kilise tahakkümüne karşı giriştiği mücadele önümüze pek çok hareket çıkarttı. Şu anda iki ağabey ve bunların küçük kardeşleri halen hayatımıza etki etmeye devam ediyorlar: Kapitalizm ve Marksizm. Kapitalizm moderni doğurduğunda dünya artık yeni bir efendiye sahip oldu. Tüketim ismindeki efendimiz hem erkekleri hem de kadınları doğal olanla yani tabiatla giriştiği savaşın birer neferi haline getirdi. Bu savaşa hakiki bir cevap üretemeyen ve kadın erkek ilişkilerine dair tek savını efendi-köle algısı üzerinden konumlandıran Marksizm cinsiyetleri eşitleyerek zayıf ve oldukça aciz bir şekilde verdiği mücadeleyi kaybetti. Lüksün ihtiyaç haline dönüşmesi, istediğini edinemeyen insanın daha vahşi ve şiddet dolu bir doğaya bürünmesi, sürekli olarak bir şeyleri arzulamak ve bir şeylerden nefret etmek üzerine kurulu bir dünya algısını beraberinde getirdi. Artık sadece arzuladıklarımız ve nefret ettiklerimiz var. Kadın da bu algı saldırısından nasibini aldı, erkek ve kadının arasındaki mizaç daraldı. Güzel olanı temsil eden kadın figürü artık bir arzu nesnesi. Tıpkı erkeğin de arzu eden ve elde etmek için etik olmasa bile her fırsatı değerlendiren bir doğaya sürüklenmesi gibi. Bu durum elde edemediği arzu nesnesini şiddetle veya parayla elde eden erkek figürünü hayatımıza sokmuş oluyor. Elbette bu durum kadını şiddetin nesnesi haline getiriyor ve kucağımızda bu garabetten doğan bir ideolojiyle başbaşa kalıyoruz: Feminizm. 

Feminizmin en büyük hatası sorunun kökenine dokunmadan şiddeti yine bu sorunu ortaya çıkaran ideolojilerin evladı olarak aynı dille çözmeye çalışması oldu. Şiddet var demekten başka bir tahlil yapamazsanız ve tek yaptığınız şiddeti üreten erkek nesnesine saldırmaktan ve onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya ve onun doğasını edinmeye çalışmaktan ibaret olursa iki yüz yıllık bir mücadele de verseniz sorunu ortadan kaldırmanız mümkün olmuyor. Sonuç; feminizm erkeği ve kadını birbirlerinden nefret eden ötekiler yaparken erkekleri de ikiye bölmüş oldu. Feminist kadınların yanında görünmeye çalışan fakat ne asli fıtratına ne de modernin fıtratına sahip olabilen aklı karışıklar ve şiddet üretmesinin karşılığında aldığı nefreti anlamlandıramayan ve kolay bir şekilde yok saymayı seçenler. Sanırım feminizmin sorunu çözmeye çalışırken işleri ne kadar karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getirdiğini burada görmüş oluyoruz. Artık elimizde atılmış basit bir düğüm yok, aksine çözülmesi zor bir karmaşık düğümle başbaşayız.

Feminizmin özünde yapmaya çalıştığı aslında şu: Benim bir arzu nesnesi olmakla problemim yok fakat arzu nesnesi gibi davranılmakla problemim var. Ben erkeğin para, güç ya da şiddetle elde ettiği avı olmaktan çıkıp erkek gibi onun yöntemlerini kullanmaktan çekinmeyen bir avcı olmak istiyorum. Benim kadın haklarından anladığım erkeğin iktidar yollarını edinmekten ibaret. Soruna kapsamlı bir çözüm üretmek ve yozlaşanı düzeltmek istemiyorum, bu yozlaşmanın içinde kendime daha imtiyazlı bir konum almak istiyorum. İşte bu yozlaşmış eşitlik talebi kucağımıza yepyeni bir sorunu düşürmüş oluyor. Kadın mücadelesi sadece bir iktidar savaşı haline dönüşürken erkeğin alanı daralıyor, cinsiyetler birbirine yaklaşıyor, doğal fıtratlar yozlaşıyor. Erkek ve kadın fizyolojik olarak birbirinden çok farklı olmalarına, farklı arzulara, ilgi alanlarına, davranış biçimlerine sahipken fikriyat olarak üzerlerine oturmayan ve rahatsız eden aynı giysiye girmeye çalışıyorlar. Feminizmin başından beri eşcinsel hareketleri desteklemesinin altında da iki farklı doğayı tek doğaya indirgeyen bu yozlaşmış eşitlik talebinin ne kadar etkili olduğunu burada görebiliyoruz.

Son otuz yıldır dindar kesim de yaşadığımız bu dünyada içinde olduğumuz bu sorunlarla yüzyüze geldi. Tam da bu yüzleşmenin eseri feminist müslümanlar. Bu arkadaşlar ne kadar tahsil seviyeleri yüksek de olsa sorunun tamamını ve kökenini görememekten muzdaripler. Öğretimin tek başına düşünce üretimini ve tahlil kabiliyetini mümkün kılmadığını da böylece görmüş oluyoruz. Sonuçta kendilerine bir yazın mecrası bulan bu hareketin etkilendikleri ideolojilerin söylemini zorlama bir şekilde dinde aradığını ve zorlama ilişkilerle önümüze tadı başka her şeye benzeyen bir reçel koyduklarını görüyoruz. Söylem dilini kullandıkları ideolojilerin gereklerini yerine getirmek de bu hareketin en büyük mahkumiyeti diyebiliriz. Eşcinsel hareketlerin destekçiliği, Hz. Adem kadın mıydı yazısı, cuma namazı kıldıran kadınlar, cumhuriyet savcısını katleden sözde devrimcilere duygulanma, sorunu kronikleştiren erkek düşmanlığı, aşağılayıcı dil bunlardan sadece bir kaçı.

Turşu blog mecrası modernin önümüze oyalanmamız ve asla bir çözüm bulamamamız için koyduğu bu düğümü çöpe atıp meselenin özüne dair 'söz' söylemek ve gerçek bir çözüm üretmek için sizlerle artık. Burada nefrete karşı sevgiyi, yozlaşmaya karşı hakikati, tüketime karşı berrak düşünceyi öne çıkarmaya çalışacağız. Allah mahcup etmesin.

Kadınların en büyük imtihanı

                                                  KADINLARIN EN BÜYÜK İMTİHANI
Turşu blog’un açıldığı ilk günlerde “acaba millet blog hakkında ne yazmış” merakı ile turşu blog’u twitterda arattım. Olumlu olumsuz birçok eleştiriye şahit oldum. Lakin en çok şaşırdığım durum, turşu blog’un kadın takipçilerinden feministlerin rahatsız olmasıydı. Yani onlardan farklı düşünen bir topluluk ve cinsiyetine ihanet eden bir şebeke vardı. Sonra biraz düşündüm ve erkek ve kadının en büyük ortak noktasının kadınlar olduğuna kanaat getirdim. Çünkü iki cinsinden en büyük imtihanları bu terim üzerindendi.

Bu tespitimi kuvvetlendirmek adına birkaç örnek vermek istiyorum. Mesela giyim konusunu ele alalım. Çoğu erkeğin giyim tarzını aslında kadınların istedikleri tarz belirliyor. Kısa kollu gömlek giyen erkeğin dışlanması kadınların oyunlarından başka bir şey değildir. Bu apaçi diye nitelendirdiğimiz erkeklerin giyiminde de o mizaçlı kadınların etkisi göz ardı edilemez. Lakin kadınların giyim tarzı, kendi hemcinslerinin beğenmesiyle yahut beğenmemesiyle değişkenlik gösteriyor. İki erkek tabiri caizse pişti olunca bir sıkıntı çıkarmazken kadınların o ortamı en kısa sürede terk etme azimleri bu durumun apaçık kanıtıdır.

Kıyafet demişken biraz tesettür hakkında bir şeyler söylemek istedim. Doğru ya da yanlış tesettür değil de kadınların bu durumda da birbirlerini nasıl etkiledikleri hakkında birkaç kelamım olacak. Malumunuz ki 2002 yılından itibaren Anadolu’nun muhafazakâr halkı kızlarını okutmaya başladı. Okullardaki tesettürlü kadınlarımızın sayısı arttı. Tesettür hakkındaki önyargılar teker teker kırılırken önceleri bu duruma cesaret edemeyenler de tesettüre bürünmeye başladılar. Bu noktaya kadar her şey olumlu ve gayet güzel ilerliyordu. Lakin nefsinin, feminist(!) hocaların tuzağına düşen bazı kadınlar tesettürün adına aykırı hareket ederek işi iyice zıvanadan çıkarttılar. Yukarda verdiğim olumlu örnek gibi bu olumsuz örnek de taraftar buldu ve iyice yayılmaya başladı. Kadın en büyük imtihanı olan kendisiyle baş edememişti ve arkadaşlarına bu zorlu sınavda yanlış kopyalar vermişti.

Demek istediğim şudur ki aslında bu blog’da erkekler tarafından yazılan yazılar feministler tarafından fazla ciddiye alınmayacaktır. Kadın kendi kendisiyle imtihan olduğu gibi yine kendisini, kendi cinsinden bir el tutarak kurtarabilecektir. O yüzden buradaki kadın yazarlara çok iş düşmekte. Onları bu çukurumdan belki de sadece siz kurtarabilirsiniz. Biz ise ataerkil ve eril bir yazılarımıza devam ederiz.

Selametle.


Feminizm bir illettir arkadaşlar

Hakikaten feministlik bir bela bir hıyanet evlenmemiş, birisi için baba evinde bir düşman evlenince de, koca evinde bir tehlikedir bana göre ki`; Allah'a sığınıyorum bu durumdan .

Şöyle ki ben hiç feminist olmadım olamadım (ezik miyim tabi ki de hayır]

Yetiştirilme faktöründen dolayı çünkü annem babama çok acıyan ve merhamet duyan bir hanımdı bizde öyleydi ama herkese göre değişen bir şeydi çevremde gördüklerim beni sorgulamaya itti sonraları annelerde bir hınç vardı ben yapamadım kızım ayaklarının üstünde dursun okusun babayı  ikinci planda gören bir zihniyetle kız çocuğu yetiştiriyorlardı savundukları tez ideaları erkeğe muhtaç olmadan ayaklarının üstünde durmak tamam eğitim kariyer çok güzel olgular ama bunun içi boştu doldurulması lazımdı unuttukları bir şey vardı güzel ahlak bu sihirli kelime şık durmamıştı kızlarımızda ayakların üstünde durulurken çok tavizler verildi Şayet eğitim kültür  güzel ahlak hasletler  aynı orantıda gitseydi o zaman evlerde donanımlı munis şefkatli eşler anneler ablalar kız kardeşler olacaktı yada evliliğe hazırlanan genç kızlarımız

Arkadaşımın gittiği bir düğünde  gelin adayı kulis yapıyormuş dua edin benim dediğim olsun evlilikte diye ama evlilikleri sadece üç ay sürmüştü dediği olmamıştı yani herhalde kendisine göre. Ne olmuştu bizim sevgimize bir kariyerle mi son bulmuştu bu kadar gönlümüzü sevgiye ne zaman kapatır olmuştuk bütün eğitimler kariyerler erkeğe güç gösterisinde bulunmak   ve meydan okumak için miydi yani bunun toplumda böyle algılanması evllikten soğukluğa veyahutta evlenmemeye giden sonuçlar doğurmuştur.

 Aileden kaynaklanmaması için feminist duyguları kızlarımıza empoze etmemek adına öncelikle babalar baba gibi olmalı en son duymamalıdırlar her şeyi daha etkin olup ipleri ellerine alıp Hazret Muhammedin ailedeki rolünü örnek alarak bu işi götürürmeleri  gerekmektedir ozaman herşey daha iyi olacak eminim yoksa 
müslümanın feministimi olurmuş müslümanlardanda duygu asenalarmı çıkaracağız bu gidişle dedirtmeyelim başka kesimlere

5N1K

Karışık kafaların 5N1K’sı.

Ne?

Taarruz. Muhatap kitleniz belli. Kendilerini –ama İslami, ama gayr-ı İslami yaşam süren- erkek olarak tanımlayan,  sabahın köründe yarı baygın işe giden, akşamın darında, yanındaki tutamaçtan tutan adamın bıyıkları, yanağına sürüle sürüle toplu taşımayla evine gelene de; şirket ortaklığı ayarında evlilik veya birliktelik – ki bu haramdır -  yaşayan ve ihmaller içinde intiharlara gebe olana da taarruz.

Ne zaman?

Her zaman. Yolculuk yaparken, alışveriş esnasında veya yağmur yağarken … Zamanla kısıtlamadan erkek egemen topluma ayar vermeli. Yan masada oturan abilerin söyledikleri duyulduğu anda irite etmeli, ortanca abinin akşam eve gelince ettiği nasihatleri tiksindirmeli. Çünkü erkekler kadınlara bir nasihat, bir tavsiye veya eleştiri getirmemeli.

Nerede?

 Erkek ırkının nefes alıp verdiği her yerde. Metrobüs olsun, kampüs olsun, Çarşamba pazarı olsun… Erkeğin kadın hayatına müdahalesi fiili zaten olamaz, içinden bile geçmemeli. Yer verirken bile art niyet güden erkek ırkına ters ters bakmalı, bakamasak bile bakmış kadar olmalı.

Nasıl?

Ölümüne. Ölümüne nefretle. Sanki pahalı eşarplar takıp instagram’da dudak büzüştüren hem cinslerini erkek ırkı kışkırtıyormuşçasına nefretle.

Niçin?

Allah’tan ümit kesilmez, umulur ki erkek ırkı yok olsun. Çünkü en mahrem halini bağıra çağıra aile efradına ifşa etmeyi marifet bilen lise mezunu olmakra rüşde ermeyi bir tutan kadın mutlak egemen olmalıdır. Yok sayılmamalı, kendisine sonsuz saygı duyulmalı.

Kiminle?

Tabii ki karşı cinsin açığını yakalayan herkesle. Öncelikle kendimizle, kadınlığımızla. Bir hatayı herkese maletmek isteyen herkesle. “Bacım kusura bakma” diyenin kadını aşağıladığını varsayan herkesle.


Neyse Evde Kılarım

Ahşap kapıyı yavaşça çekti ve kapıyı kapattı. Elindeki anahtarı paspasın altına koydu. Cebinde anahtar taşımayı seven birisi değildi. 90'lardan kalma bir binanın içinde, rutubetli duvarların, eskimiş merdivenlerden ağır adımlarla binanın çıkışına ilerledi. Yüreği el vermesede çok para verip aldığı ceketinin, iç cebinden sigarasını çıkartıp, ağzına doğru götürdü. Bir yandan da çakmağını arıyordu, buldu... Artık rahatlıkla yoluna devam edebilirdi. Sağında bakkal, solunda kıraahatane önünde oturmuş yaşlı amcalar... Eskiyle bağını koparamamış bir mahallede yoluna devam etmekte... Her gün evden çıktıktan sonra ilk iş olarak gittiği yere varmaktaydı. Artık aralarında sadece küçük bir cadde vardı. Arabaların hız mesafelerini ayarlayıp karşıya geçmekteydi, ilk denemesinde adımını atmasıyla geri çekilmesi bir oldu. İkinci sefer bütün cesaretini ve zekasını kullanarak karşıya geçmeyi başardı ve yüzünde mutlu bir tebessüm bıraktı. Sigarası da bitmek üzereydi. Filmlerdeki bir edayla sigarasını atıp devam etti. Bank boştu. Her zamanki gibi gitti ve oturdu. Kız kulesini karşısına alıp başarılı olmanın rahatlığıyla geriye doğru yaslandı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra elini yine yeni aldığı ceketinin içine daldırdı. Bir sigara daha vakit dolmadan bir sigara daha.. Her zamanki gibi orada bulunan Ömer abiden çayını alıp sigarasını içmeye koyuldu. Sigarasının sonu gelmekteydi. Vakit dolmuştu. Öğlen ezanı... Bardağı bankın üzerine koydu, yanına da 1₺. Kalkerken orta parmağı ve baş parmağının yardımıyla sigarasını denizini içine doğru fırlattı.         Camiye doğru yola koyuldu. Yolda geçmişi düşünüyordu. Geçmişine göre geleceğini nasıl tasarlayacağını... Olduğu yerde durdu... Aklına çorabının delik olduğu geldi. Bu halde camiye gidemezdi. Rotasını tekrar evine çevirdi 'Neyse evde kılarım' diyerek.

@hhemingway_

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Reyhan Çiçeklerine Selam Olsun

Ben çiçeklerden en çok reyhanı severim mesela. Hayır, marjinal olma sevdasında değilim, kendime bohem mutluluklar oluşturmak ya da çiçekler âlemindeki belli başlı birkaç çiçeğin hegemonyasını kırmak iddiam da yok. Sebebimi dinleyin, hak vereceksiniz…

Gül, enfes bir kokuya sahiptir. Güzel bir görüntüsü vardır. Rengi kırmızıysa derdi başka, sarıysa başkadır. Ama bunların yanında hafife alınamayacak bir yanı vardır gülün: Kokusunu herkese hissettirir. Bahçeden geçen herkes gülün kokusunun ve nazlı duruşunun farkına varır. Civardaki herkese varlığını hissettirmek zorunda hisseder kendini. Tıpkı “hangi çiçeği seversiniz?” sorusuna genel itibariyle verilen hanımeli, leylak, kasımpatı, karanfil ya da tüm diğer çiçekler gibi… Her biri varlığını ilan etme, ‘ben buradayım’ deme çabasındadır sanki. Ama reyhan…
Reyhan özeldir. Alabildiğine sade, gösterişsiz bir görüntü, farkına varılmayacak bir koku. Ama eğer ellerinizi sürer, okşarsanız yapraklarını reyhanın, yani civardan geçen herhangi biri olmaktan daha fazlasını yaparsanız, namahrem olmaktan çıkıp mahremine girerseniz eğer, size daha önce hiç almadığınız bir kokuyu sunar.

Malumunuzdur, reyhanın kokusunu almak istiyorsanız ellerinizi yapraklarına sürmeniz icap eder. Yani aslında reyhanı değil, kendi ellerinizi koklayarak alırsınız o muhteşem kokuyu. Hatta rivayet odur ki; aynı reyhanın yapraklarına ellerini süren farklı iki kişinin aldığı koku bile aynı değildir. Çünkü reyhanın kokusu teninizin kokusuyla, temizliğiyle birleşip ulaşır burnunuza. Siz ne kadar temizseniz reyhanın kokusu da o kadar güzeldir yani.

Gül ile bülbülün sevdasını cümle âlem bilir mesela. Bülbülden olmasa bile gülden sebeptir. Bir kendini fark ettirme, hissini ilan etme çabası: ” Hey! Siz, kokuma meftun, kokumla Mecnun olanlar. O kadar talibe rağmen ben bülbülü seçtim, bilin.” Sanki bülbüle olan aşkı birilerince bilinmezse yeterince kıymetli, yeterince sevdalı olamayacağından korkar gibi… Kim bilir belki de sevdalarını herkese duyurduklarından mütevellit bir türlü kavuşamadılar birbirlerine. Ya da sevdaları ayağa düştü de, haklarında herkes konuşabilir oldu. Sevda kalpte tutulduğunda değerli galiba, teşhir edildiğinde ne kişinin bir ağırlığı kalıyor, ne de hislerin saygı duyulası bir tarafı. Kalbi dert taşımasını en çok bilen de, taşıdığı hislerden ve sahip olduğu gösterişsiz güzellikten dolayı en çok saygıyı hak eden de reyhan galiba. Çünkü baksanıza, reyhana dair en ufak bir söylenti, en küçük bir dedikodu çıkmamıştır koca edebiyat tarihinde.
Gül ya da diğerleri, başkalarınca tanındığı sürece mutludurlar. Kendilerini ne kadar öne çıkarabilirlerse; saklı güzelliklerini, daha doğrusu hak etmeyenden saklanması gereken güzelliklerini ne kadar herkesin gözleri önüne serip kendilerini teşhir ederlerse, yani ne kadar çok hissederlerse tanındıklarını, o kadar değerli olduklarını zannederler. Ama reyhanı kimse bilmez, yapraklarını okşayanlar hariç. Üstelik, değerli olduğunu hissetmek için diğer çiçekler gibi başkalarının beğeni dolu bakışlarını ve cümlelerini duyma ihtiyacı da hissetmez reyhan, bilakis kendisine dokunana değer verir. Ayrıcalıklı hissettirir, başka kimsenin almadığı, alamayacağı bir kokuyu hizmetine sunarak…

Diğer bütün çiçekler olanca hünerleriyle kendilerini beğendirmeye çalışırken, kokularını, renklerini, sahip oldukları güzellik adına her nimeti, hak edip etmediklerine bakmaksızın civardan geçen herkese tabiri caizse teşhir ederken reyhan alabildiğine vakurdur. Bekler… Farkında gibidir en özelkokulardan birine sahip olduğunun, peygamber tavsiyeli, peygamberin sevdiği koku olduğunun, Cennet olduğunun… Kendini teşhir etmez, hak edenin onu bulacağını bilir gibidir. Zaten, Allah (c.c) “Temizler temizler için…” diyerek hak edileceğinin garantisini de vermiştir.




Allah (c.c)’ın Kuran’da emrettiklerinin dışında, yarattıklarında ibretler aramamızı isteyerek de bize yol gösterdiğine inanmışımdır hep. Allah, Kuran’da emrettiği bir şeyi tabiatta vücuda getirerek emrin nasıl yerine getirileceğine dair örnekler sunar. Kim bilir belki de reyhanın yaratılma amacı budur,Allah’ın verdiği nimeti nefsinin emrine sokmadan yaşayabilme gayreti. Alabildiğine gösterişsiz yapısı ve dışarıdan bakıldığında neredeyse hissedilmeyen kokusuyla Müslüman bir hanımın sosyal hayatta, toplum içinde nasıl davranması gerektiğini göstermek için yaratılmıştır belki. Ya da, Allah tarafından güzellik olarak nimetlendirilmiş olsalar da, sahip oldukları bu güzelliği uluorta teşhir ederek ve bunu bir yarışa dönüştürerek, hem sahip oldukları nimetin imtihanını kaybedenlere, hem de başkalarının nefsiyle olan imtihanını kaybetmelerine sebep olanlara bir öğütleyici olarak da yaratılmış olabilir pekâlâ…
Mesele sadece reyhan olabilmekte değil elbette, reyhanın kokusunu hak edecek temizlikte bir tene sahip olmanın da kavgasını vermek gerek. Biz gül kokusuna methiyeler düzüp gözümüzü kendini bize sunanlardan alamadığımız sürece ne reyhanlar hak ettiği ilgiyi görecek, ne de bahçıvanlar, yani anne babalar, yeni reyhanlar yetiştirmek için iştiyaklı olacak. Gözü sürekli gül görmeyi kanıksamış, gözü sürekli gül arayan, yani teni kirlenmiş birisi reyhanın kokusunu da hakkıyla alamaz. Çünkü dedik ya, reyhanın kokusu tenimizin kokusuyla birleşerek gelir burnumuza. Koku ne kadar güzel olursa olsun, ten kirli oldukça kokunun güzelliği anlaşılamaz.
Hâsılı; söylesenize, haksız mıyım?..

Turşu Sirkeyle Yapılır

Geçen gün evde oturmuş televizyon izliyordum. Hani bildiğiniz dümdüz televizyon. Öyle feminist ya da sosyalist bi televizyon değil, ulusal kanal yayını yapan bi televizyon. Annem de yanımda oturmuş meyve yeyip vasat dizilerinden birini izliyordu. Vasat çünkü; hepsi birbirinin aynısı. Başrolünde iffet yoksunu fakat hayata karşı mücadele(?) halinde, anne babasına isyan eden ve geleneğe baştan sona zıt bir kız var. Zaten bunu tahmin etmişsinizdir çünkü hemen hepsinin başrolünü bu arkadaşlar süslüyor. Ve bu kızlar hep haklı. Fakat iffetsiz. Yine de haklı.

Şimdi ben bunu neden anlattım? Toplumda varedilegelen bir cazibe noktasına ortaparmağımı basabilmek için. Bu şahsım tarafından tasvir edilen güzel, isyankar, fönlü saçlı, kot pantolon giyen ve yardımcı başroldeki çocukla aşk yaşayan kız inşa edilmek istenen, imrendirilen kız profili. Yani kız olmamama rağmen ben bile imreniyorum bazen. İlginç.

Bizim camia da bundan nasibini aldı tabiki. 10 küsur yıl önce aktif mücadeleden kafasını kaldırmış ve dünyayı gözlemleme fırsatı bulan bizim camia bir imtihandan başkasına sıçradı. Üstelik şu an imtihanı kaybetmek bir kenara, resmen şık kaydırıyor!

"Benim neden yok?", "Ben neden onun gibi yapamıyorum?", "Pekala ben de parti yapabilirim", "Onun giydiğini ben de gidebilirim", "Ben de onun gibi düşünebilirim?!"

Elimizde bulunan kompleksler bunlar. Buyrun birini seçin. Beynimize incelikle şırıngalanan yaşam tarzları, ideolojiler bizi buna itiyor çünkü. Şırıngalanan o garabetler gibi hissetmezsek, düşünmezsek ya da amel etmezsek kendimizi ezik hissediyoruz. Ah be kompleks güzelleri. Why so complex?

Tamam anlıyorum, insana yetmez. Bakın bana da bazen yetmiyor. Ama şu bi karış sakalımla LGBT savunucusu olmuyorum. Utanç verici bu çünkü. Lanetlenmişe saygı duymak lanetlenmiş güruhun üyelik formunu imzalamak değil midir? Biz inşa eden bir medeniyetken neden alternatif ya da eklenti paketi üretmek zorundayız?
Refah ile olan imtihanımızı kaybediyoruz. İçki içemediğimiz için -aslında bununla övünmemiz gerekirken- alkolsüz bira içip alkolsüz barlarda takılıyoruz. İsraf para ile israf vakitler satıyoruz.

En iğrenci de ne biliyor musunuz? Bize küfredenler bizi şakşak yapsın diye doğru bildiğimiz yamultarak söylemek ya da doğru bildiğimiz gizlemek. Lan arkadaşım o adam cool gözüküyor ama bu gidişle cehenneme kütük olacak o gerizekalı. Dinle, imanla dalga geçiyor. Sen o seni alkışlasın diye, re-tweet etsin diye, "bu adam sakallı, bu kız başörtülü ama bizden" desin diye neden dansözlük yapıyorsun? Mal mısın sen? Hangi ironinin ürünüsün sen arslanım?

Yazımı Ahmet Özcan'dan bir alıntıyla bitiriyorum;
"Liberal faşizmin bütün ideolojik kampanyasına rağmen  insanlık erkeğe erkek, kadına kadın, helale helal, harama haram, sapıklığa sapıklık, eşcinselliğede ibnelik demeye devam edecektir."
Üşenmeyip okuyan varsa teşekkür ederim. Dikkat edin; boynunuz kırılırsa çok tehlikeli.